6 Haziran 2009 Cumartesi

Karaöz mü, Gelidonya mı?


Adanalı ustamızın bize hazırladığı Urfa kebapları ve leziz salataları yedikten sonra mekâna adeta yayılıyoruz. Saat 22:00'ye kadar açıkmış. Ben TV ile oyalanırken, Tuğrul da bilgisayarda maillerini kontrol ediyordu. Usta'ya "Gece Gelidonya'da kalabilir miyiz?" diye sorunca, o da "Oralarda domuz falan olur, çadır kuracaksanız, aşağıda yer var, sabah da çorbanızı içer, öyle gidersiniz." dedi. "Hmmm, kesinlikle iyi fikir!" Biz tembel tembel mekânda otururken, iki "Backpacker" daha içeriye girdi. Daha sonra isimlerinin Michael ve Tristan olduğunu öğrendiğimiz bu çift de Fethiye'den başlamışlar ve Likya Yolu'nun tamamını yürüyeceklermiş. Bu arada Tristan'ın ayağını ayakkabı vurmuş, oldukça kötü durumdaydı. Neyse, oturdular ve muhabbet başladı. İkisi de vejeteryan olduğu için usta onlara menemen, salata, sebze kızartması falan hazırladı. Onlar karınlarını doyururken muhabbet de derinleşti. Tristan ve Michael, üniversiteyi geçen yıl bitirip, 6 ay boyunca deli gibi çalışmışlar. Sonra da pasaportlarını ve sırt çantalarını alıp, dünyayı turlamaya başlamışlar. Önce Afrika, ardından WWOOF kanalıyla İtalya'da meyve bahçelerinde geçen birkaç ay, daha sonra orada tanıştıkları insanlardan duyup, Likya Yolu'nu yürümeye karar vermeleri... Yunanistan üzerinden Bodrum'a, oradan da Fethiye'ye gelmişler. Paraları bitene kadar gezip, sonra ABD'ye dönüp, evlendikten sonra, iş-güç, çoluk-çocuk rutinine dahil olacaklarmış bizim gibi :) Gezdikleri süre boyunca yaşadıkları da çocuklarına miras kalacak işte!

Karaöz



Ve nihâyet Karaöz'ün girişine varıyoruz. Uzaktan gayet derli toplu görünen bu köyü merak etmiyor değilim hani. Kitaba göre burada market var, zaten bu kadar evi görünce olmaması garip kaçardı. Hemen sahile inip, üstümüzü başımızı çıkarıp, denize koşuyoruz. Tuzlu su ayaklarıma acayip iyi geliyor. Bence bu yürüyüşte, denizle her buluşmada mutlaka suya girmeli, inanılmaz rahatlatıcı bir etkisi var. Suyla biraz oynaştıktan sonra, plajın hemen yanındaki duş ve kabinlerde üstümüzü değiştiriyoruz. Ardından sitelerin arasındaki yoldan çıkarken marketle karşılaşıyoruz. Market sahibine "Yemek yiyebileceğimiz yer var mı?" diye sorunca üst katı gösteriyor. Meğer sitenin lokaliymiş orası. Marketin girişinde oturan yaşlı amca, buranın yerel turistlerin mekânı olduğunu söylüyor. İki tane site varmış, toplamda da 400 kadar ev. Asıl Karaöz daha içerideymiş. Buranın ahalisi de seracılık yapıyormuş, ağırlıklı olarak biber yetiştiriyorlarmış. Gerçekten de yol boyunca gördüğümüz seraların tümü silme biberdi :) Yukarıdaki lokali işleten kişi de Adanalı bir kebap ustası. Son derece nazik, görmüş geçirmiş bir insan. Yıllarca tali köylerinde, otellerde çalıştıktan sonra Kumluca'ya yerleşmiş, yazın da Karaöz'deki bu mekânı işletiyormuş.

Karaöz'e doğru





Mavikent Karaöz arasındaki yol çok sakin, seyrek araç geçiyor. Sahil boyunca birkaç plaj ve koy var. Bu koylarda da tek tük yüzen, piknik yapan insanlar. İlginç bir şekilde Mavikent Belediyesi yol boyunca tüm plajlara ve piknik alanlarına WC, piknik masası, çöp konteyneri gibi gerekli şeyleri koymuş. Kendilerini kutlamak lazım. Bi de bugün de görünce hep merak ettiğim bir şey geldi aklıma. Gerçekten de bu koyların isimleri neden hep Papaz Koyu'dur, Manastır bilmemnesidir. Galiba nedeni Türkler'in denizle pek barışık olmamasından kaynaklanıyor. Yani Hacı Ali Amca gelip, yerleşmemiş bu koya, o köyde çiftçilik ya da hayvancılıkla uğraşmış. Bu mekânlar da papazlara kalmış :) Neyse... Yol boyunca geçen her araçla selamlaşıyoruz neredeyse. Çoğu bizi geçince "Bu deliler, bu sıcakta, bu yolu niye yürüyorlar acaba?" gibisinden bakıyorlar sürekli...

Karaöz 8km




Öğle yemeğini Mavikent'in merkezinde bulunan bir pidecide yiyiyoruz. Sonra bi kahveye oturup, sıcağın geçmesini bekliyoruz. Ben bu esnada yine biraz blog'u güncellerken, Tuğrul da Likya Yolu kitabını okumakla meşguldü. Yaklaşık bir saat sonra okuldan çıkan veletler çevremizi sarınca püfür püfür esen ortam bir anda sıkıcı bir yere dönüştü. "Abi bu kaç para, internete girebiliyor musun, chat yapabiliyor musun, oyun oynanıyor mu?" gibi sorularla bezdirince, ufaktan toparlanıp, Karaöz'e doğru yürümeye başladık. Yaklaşık 1 km sonra sahile ulaştık. Sahilde yerden yükseğe kurulmuş, buralarda "Çardak" denilen evlerden vardı bol miktarda. kara tarafında ise yüzlerce sera ve bu seralarda çalışan gariban insanların oturdukları çağdışı mekânlar. Zaten tamamen cam ya da plastikle kaplı seralarda, o sıcakta çalışmak nasıl bir şeydir, düşünmek bile istemiyorum. Allah hepsine kolaylık versin... Sahil boyunca yürüdükten sonra plajın girişinde bulunan "Her şey yasak" tabelasını görünce merak ettik, meğer bu bölge de Caretta Caretta'ların yumurtlama alanıymış. Yaklaşık 2km yürüdükten sonra Karaöz 8km tabelası da karşımıza çıktı.

Kınık - Kumluca



Birkaç dakika içinde Batı Antalya Seyahat midibüsü geliyor. Çantaları bagaja atıp, yayılıyoruz hemen. Kınık-Kumluca arası adam başı 12,5 TL. Kınık'tan sonra sırasıyla Kalkan, Kaş, Demre, Finike'ye uğradıktan sonra Kumluca'da iniyoruz. Buradan Mavikent'e minibüsle devam edicez. Minibüs beklerken midibüsten bizimle birlikte inen Amerikalı bir çiftle tanışıyoruz. İstanbul'da harika vakit geçirdiklerini söylüyorlar. Şimdi de Ege ve Akdeniz sahillerini geziyorlarmış günübirlik trekking turları ile. Birlikte Mavikent minibüsüne binip, yola devam ediyoruz. Onlar Karaöz'e devam edecekler. Biz de Mavikent'te öğle yemeği molası verip, akşama doğru Karaöz'e yürüyeceğiz.

Yolcu yolunda gerek!


Mehmet Ağa, bizi Kınık'a kadar götürmeyi teklif etti arabasıyla akşam, biz de "Eyvallah!" dedik. Gece birkaç sinek yine yemiş bitirmiş beni. Kaşına kaşına kahvaltı masasına oturduk. Kahvaltıda sütten, yumurtaya, keçi peynirinden bala her şey vardı valla. Sonra toparlanma ve Kınık'a doğru yolculuk başladı. Mehmet Ağa, yine anlatıyor durmadan "Şu arazi benim, üstüne kahve yapıcam, burayı çardak yapıcam" falan. Belki 2-3 günde ancak yürüyebileceğimiz yolu 15 dakikada geçiyor ve Kınık'a geliyoruz. Kınık'la ilgili hiçbir fikrim yok, bi tek "Kınık Maden Suyu"nu hatırlıyorum :) Mehmet Ağa'ya "Borcumuz ne?" diye sorunca o da "Gönlünüzden ne koparsa?" diyor, biz de "Olmaz abicim, sen söyle!" diye ısrar edince, Geceleme + Kahvaltı + Transfer için bize "75.-TL verin o zaman" diyor. Vay anasını, keşke gönlümüzden kopanı verseydik :)

5 Haziran 2009 Cuma

One Night in Boğaziçi

Yeniden Eryılmaz Cafe'ye gelince ablamıza "Burada konaklasak olur mu, verandada çadır kurabiliriz" diyoruz, O da "Olur tabii, birazdan bizimki de gelir." diyor. Sandalyelere yayılıp, mekânın sahibi Mehmet Eryılmaz'ı beklerken, karşı evin bahçesinde devasa bi inek sürekli mö'lüyor. "Tüm gece bu pastoral tad devam eder mi acaba?" diye düşünürken, gecenin ilerleyen saatlerinde "Yılın Girişimcisi" ödülünü verebileceğim Mehmet Ağa eve geliyor. Eski otobüsçü, hafriyatçı, yeni kahve işletmecisi, geçen seçimde muhtar adayı ve şu an oturduğumuz pansiyonun sahibi Mehmet Bey, gelir gelmez anlatmaya başlıyor. Konuşma hevesinden yörenin kafası çalışan adamlarından olduğu anlaşılıyor hemen. Likya Yolu'nun trafiğinin arttığını görünce bu evi yapmış. Seneye bir bölümünü market, bir bölümünü de motel tadında yapacakmış. Muhtar seçilseymiş, Boğaziçi'nin kaderi değişecekmiş ama köylüler işte, ne yapabilirsin ki. Bir süre sonra abisi de geliyor. O da mobil elektrikçi, çevre köylere servis veriyor arabasıyla. Kardeş Mehmet lokal girişimci kimliğindeyken, abi kız beğenememekten bekâr kalmış, lise çağlarında ajan olmak istemiş ama liseyi bile bitirememiş, şimdilerdeyse gönlünü AKP'ye kaptırmış, Kurtlar Vadisi fanatiği acayip bi kişilik. Geç saatlere kadar muhabbet edip, Mehmet Bey'in ricasıyla çocuklarının odasında kalmaya karar veriyoruz. bu arada buradaki çocukların tamamı liseyi başka kasaba ve şehirlerde yatılı olarak okuyor ve kaldıkları yerler de Fethullah Gülen ya da Süleymancı denilen cemaatlerin yurtları. İnsan "Bu cumhuriyet 80 yıl nasıl dayanmış?" diye sormadan edemiyor kendine...

Çadır mı, yatak mı?


Yemeği yedikten sonra keyfimiz yerine geliyor tabii. Yalnız dağların tepesinde bile Turkcell'le konuşabiliyorken, dümdüz Boğaziçi Köyü'nde kimseyi arayamıyorum. Hatuna SMS gönderebilmek için bile 8 takla atıyorum. Mesajı yazdıktan sonra telefonu masaya sabitleyip, bağlantıyı gördüğünüz anda "Gönder" tuşuna basmanız gerekiyor. Tabii ben bu işlemi 10 kez falan denedim. Yemek sonrası evs ahibemize borcumuzu soruyoruz, o da "Gönlünüzden ne koparsa!" diyor. Ben bu işi Tuğrul'a bırakıyorum, o da 25.-TL veriyor. Teşekkür edip, çantaları yüklendikten sonra, köylülerin bahsettiği kamp alanına doğru yürümeye başlıyoruz. Elemanların bahsettiği yer köyün hemen dışında, biraz tepede. Çeşme de var ama kamp için hiç de ideal bi yer değil, çadırı kuracak güzel bi düzlük bile yok aslına bakarsanız. Tuğrul'a "Boşver, köye dönüp, ablanın evinin bahçesine çadır kurarız" diyorum. Hem sabah da kahvaltı servisi var." O da "Uyar" deyince, köye dönüyoruz. Sabah erkenden yola çıkıp Kınık'a kadar gidecek, oradan da Antalya'ya giden midibüslerle Kumluca'ya devam edeceğiz. Ondan sonra istikamet Gelidonya Feneri olacak.

Last Supper




Sebze kamyonetiyle olan yolculuğumuz 2 dakka bile sürmedi :) Amca bizi köyün girişinde bıraktı ve hemen oracıkta önüne masa-sandalye konulmuş bir ev gördük. Girişinde de "Konaklama Yeri, Köy Kahvaltısı" falan yazıyordu. Market arama işinden vazgeçip, ev sahibesi hanıma "Bu saatte yemek yapabilir misiniz?" diye sorduk, o da "Tabii" dedi. Ablamız bize yemek hazırlarken biz de çantaları bırakıp, şu meşhur markete gittik. Market denilen yer, bildiğimiz köy bakkalının köhne bir versiyonu. Duvarında da kocaman "Shop" yazıyor :) Oradan bisküvi, meyve suyu falan aldık. Bi de ortalıkta takılan veletlerle kendimize dondurma. Algida Twister. Herkese tavsiye ederim. Bundan sonraki tüm günlerin ortasında veya sonunda Twister yemek bizim için gelenek oldu. Dükkânın önüde pineklerken köyden elemanlar, "Köyün yukarısına çıkın, kamp yapın, su da var orada" dediler. Biz de "Yemekten sonra bakarız" dedik. Gerçi 3km ötedeki Sidyma'ya, Çoban Yusuf'un arkadaşına da gidebiliriz ama bu günlük bu kadar yürüyüş yeter. Tekrar çantaları bıraktığımız yere döndüğümüzde ablamız bizim için acayip bi sofra kurmuş. Hemen saldırdık tabii :) Yalnız Fasulye ve Dolma sıcaktı. Haşlama tavuk zaten yemem. Ben de Çorba+Salata+Keçi Yoğurdu üçlüsüne takıldım. Buradaki köylerde de bol miktarda zeytin ağacı var ve herkes kıyısından zeytinyağı işi yapıyor ama niye yemeklerinde kullanmazlar, akıl erdirmek mümkün değil.

Boğaziçi'ne bir-iki!


Bizim sebzeci amca gelene kadar —inanılmaz ama— yoldan bi araba geçiyor, "Bizi de al!" diyoruz ama pek oralı değil. Neyse, birazdan sebze kamyoneti geliyor ve atlıyoruz arka tarafa. Karnımız aç, kahvaltıdan beri fındık ve badem dışında bi'şey yememişiz ve kasada domatesten patlıcana, armuttan, salatalığa kadar her şey var!

Avlanlı'dan Boğaziçi'ne...



Yürümeye devam ederken hayvanları için ot toplayan bu teyzeyle merhabalaşıyoruz. Bu yörenin kadınları kesinlikle daha rahat. Bunda turizmin payı büyük sanırım. O'na klasik ve anlamsız "Bu işi yapacak başka biri yok mu?" diye soruyoruz, O da başını sallayıp, "Çocukların gurbette olduğunu, kocasının da arı kovanlarıyla uğraştığını" söylüyor. Sohbet ederek köyüne, daha doğrusu mahallesi olan Avlanlı'ya geliyoruz. Kendisi "İsterseniz size yemek pişiririm" diyor ama evini pek gözüm tutmuyor nedense :) "Biz Boğaziçi'ne doğru yürümeye devam edelim" diyoruz ama yolumuza hep yukarıdaki gibi arsız, ona buna havlayan köpekler çıkıp, duruyor. Köyün girişinde kamyonetiyle sebze satan amca "Ben birazdan sizi yakalar, Boğaziçi'ne bırakırım" diyor. Otostop fantazimizi de böylece gerçekleştirmiş olacağız sanırım :)

Boğaziçi 3km




Boğaziçi Köyü'ne doğru yürürken İnceburun ve Yediburun muhteşem görünüyor. Gey Köyü de Yediburun'un tepesinde konumlanmış zaten. Yokuş yukarı, saga doğru giden yol Gey'e çıkıyor. Bu arada tabelanın hemen karşısında bulunan bu su kaynağından (çeşme desen çeşme diil) suları tazeliyoruz. Nispeten soğuk ve leziz.

Gey 6km


Yusuf'un motoru parkettiği yerde kendisiyle vedalaşıyoruz. Bu arada yolumuz net olarak Boğaziçi yönüne dönecek. Yusuf, Boğaziçi'ndeki marketin sahibinin Şahin olduğunu söylüyor. Hatta yoldayken konuştuğu başka bir çoban arkadaşı da, bizim gibi yürüyüşçülere yemek ve kalacak yer hizmeti veriyormuş. "Eyvallah" deyip, Boğaziçi'ne doğru yürümeye devam ediyoruz.

Asfalt etabı



Zorluk insanı Kate Clow abla, Gey'e giderken de sapa bi rota hazırlamış tabii, kestirme görünmekle beraber yine inişli ve çıkışlı keçiyolu kafası. "Aman Tuğrul, düşünme bile!" diyerek vazgeçiriyorum kuzeni. Tamam, asfaltta yürümek çok enteresan değil —üstelik güneş de tepenizden sizi gözetliyorsa— ama en azından düz bir yol :) Alınca'daki "Hello, hello" tayfasıyla vedalaşıp, yoldan yürümeye devam ediyoruz. Bu arada bir araba geçerse otostop yapacağız mutlaka ama Bayram'ın evinin terasında uyuklarken yoldan geçen tek araç da Bayram'ın kullandığı okul servisiydi. Neyse... Asfaltta tempolu bir şekilde yürürken, Çoban Yusuf'la merhabalaşıyoruz. Kendisi Alıncalı'ymış. Her gün motorla buralara gelip, keçilerini otlatıyormuş, akşam da motorla eve dönüş. Elemanın rutini bu yani :) Yusuf'un sakin temposuyla yol alırken aşağılardaki sessiz plajlar da bize göz kırpıyor sanki.

Gey mi, Boğaziçi mi, Sidyma mı?

Bu arada hava leş sıcağa bağladığı için, Tuğrul'a "Artık önümüzdeki etapları geçelim, Gelidonya taraflarına gidelim" diyorum. O da "OK" diyor çünkü bu bölümden Patara'ya kadar yol pek enteresan değil gibi. Biz de zaten az olan vaktimizi daha görülesi yerlere harcayalım, diyoruz haliyle. Gece kalmak için önce Gey'i düşünüyoruz ama kitapta yazılanlara bakacak olursa, bir market bulma olasılığımız bile çok az. Gey'in yakınlarında Lighhthouse diye bi otel var hatırladığım, Yediburun'un tepesinde. "Orada mı kalsak acaba?" diye düşünürken, telefonunu bulup, arıyoruz. Telefona çıkan abi "Yerimiz yok ama 250.-TL" gibi bi laf edince, "Eh, artık, bu gece de çadırda kalırız" diyoruz.

2 Haziran 2009 Salı

Bayram's House


Alınca'ya köy demek biraz abes kaçar bence. Bu acayip manzaralı, kartal yuvası kılıklı yamaca kurulmuş belki 20 haneli bir mahalle ancak. Ortalıkta kimse yok. Bi evden bize "Hello, hello" diye seslenen ufaklıklara soruyor ve Bayram'ın evini buluyoruz. Evde kimse yok gibi. "Aç kaldık" galiba diye düşünüyoruz ama yapacak bir şey yok. "Bari biraz dinlenelim" diyerek, ortalığa yayılıyoruz. Yaklaşık bir saat sonra köyün öğrencilerine servis hizmeti veren Bayram geliyor. Hanımının işi varmış, bu yüzden yemek işi olanaksız. Zaten ev de kilitli. "Siz keyfinize bakın, dinlenin!" diyerek yanımızdan ayrılıyor. Biraz daha oturup, cebimizdeki fındık ve bademleri yiyerek bol bol su içiyoruz. Güzel bir şekerleme sonrası yolcu yolunda gerek artık!

Dervish Lodge


Shambala tayfası'nın bahsettiği Dervish Lodge da Ergün'ün evinin hemen üstündeki tepeye kurulu. Ergün ve Ramazan Dede ile vedalaşıp oraya gidiyoruz. Daha mekâna girmeden iki güzel köpek havlayarak bizi karşılıyor tabii. Birinin adının Toprak olduğunu hatırlıyorum ama diğerini unuttum. Neyse, "Dervish Lodge'de öğle yemeği yiyebilir miyiz?" diye soruyoruz ama cevap olumsuz. Bize hemen aşağıda oturan Bayram'ı öneriyorlar. Eşi bizim gibi yürüyüşçülere yemek yapıyormuş. "Eyvallah" deyip, İnceburun ve Yediburun manzaralı terastan aşağılara doğru bakıp, Toprak eşliğinde köye doğru yürüyoruz.

0-777 m = 3 saat

"Ulen ne zaman bitecek bu tırmanış?" diye iç geçirirken karşımıza önce asılmış çamaşırlar, ardından tavuklar, üstüne bir ev ve Ergün'le eşi çıkıveriyor. "Alınca mı burası?" diye sorunca, "Gelin, oturun!" diyorlar. Evin önündeki ağacın gölgesinde duran masa ve sandalyelere yığılıp kalıyoruz tabir-i caizse. Ben hemen çantayı kenara koyup, ayaklarımı ağacın gövdesine yaslıyorum. Geldiğimizi duyan Ramazan Dede de evden çıkıp, yanımıza iniveriyor 90 küsür yaşına rağmen. Önümüze koyulan 2.5 lt'lik pet şişedeki soğuk suyu 10 dakika içinde içiyoruz Tuğrul'la. Bi taraftan da muhabbet tabii. 777 metre yükseklikte bir tepeye ev dikip, önündeki acayip manzaralı bahçede tavuk ve keçilerle ömür geçirmek nasıldır acaba?

Tam olarak neredeyiz?




Haritada görünen çeşmeyi bulamıyoruz. Sular tükendi. Geniş yaylar çizerek kâh düz yürüyor, sonra yine tırmanıyoruz. "Tamam, galiba bitti" dediğiniz noktada, yeni bir tırmanış başlıyor. Ağaçlar patikayı ve yüksekliği o kadar iyi gizliyor ki sürekli yeni bir sürprizle karşılaşmak insanın canını sıkabiliyor. Gerçi bunda usuzluğun etkisi büyük. Önünde sonunda Alınca'ya varacağız nasıl olsa!

Beni bu güzel havalar mahvetti




Tırmanış sürdükçe ve ağaçlar izin verdikçe Kabak Koyu tüm güzelliğiyle ortaya çıkıyor. Arada nefeslenip, bu muhteşem manzaranın tadını çıkarıyoruz. Tırmanış zor olsa da ağaçlar sayesinde güneşle olan irtibatımız minimum. Hatta arada güzel güzel de esiyor.

Hello Brownie!


Tırmanmaya devam derken karşımıza bu şirinlik muskası çıkıyor. O'nu görünce "Ulen medeniyete az kaldı galiba, birazdan karşımıza bi ev falan çıkacak" diye düşünmeye başlıyorum. Bu arada Tuğrul köpeklerle mesafeli çünkü çocukken bir sokak köpeği tarafından ısırılmış. Ama yolculuğun ilerleyen zamanlarında bu korkusuyla yüzleşip, yenecek galiba :D