31 Mayıs 2009 Pazar

Chill Out Zamanı




Manyak manzaralı odamıza yerleşip, duşumuzu aldıktan sonra mekânın ortasında yer alan café-restaurant'a yayıldık. Tuğrul "Likya Yolu" kitabını karıştırırken, ben de blog güncelleme derdindeydim. Fonda sakin müzikler eşliğinde, yemek saatine kadar çektiğim fotoğraflardan kareler eleyip, yemek sonrası yazmaya devam ettim. Q klavye ile debelenirken uzun uzun yazmak ne mümkün. Malzemeleri toparlayıp, yatmak için odaya çıktığımda farkında olmadan gökyüzüne bakıp, ateş böceği gibi ışıl ışıl parlayan yıldızları görünce yüzüme bi gülümseme geldi. Kesin Eylül'de falan ailecek buraya gelmek lazım!

A Room with a View


Karnımızı doyurup, buz gibi soğuk biraları devirdikten sonra Yörük bize oda alternatiflerini gösteriyor. Tercihimiz mekânın en tepesinde yer alan, kartal yuvası kılıklı bu kulübe. Öndeki keten perdeyi toplayınca yatak direkt böyle bir manzaraya bakıyor.

TheShambala




Gerçekten de ancak bir 4x4'ün geçebileceği yoldan TheShambala'ya geliyoruz. Mekân, Kabak Koyu'na tepeden bakan, içi sürprizlerle dolu bir yer. Çantaları bırakıp, ortadaki masalara yayılıyor ve kendimizi bira ve sandviçlerle ödüllendiriyoruz. İşletmeci Yörük, tüm sakinliğiyle bizi karşılayıp, ağırlayan süper bi insan. Biralarımızı yudumlarken muhabbeti koyulaştırıyoruz. Kabak Koyu'nun huzuru sanki burada çalışan tüm insanların yüzüne yansımış.

Bu gece burada kalalım!


Uyanınca "N'apsak ki acaba?" diye düşünürken yanımıza denizden çıkmış iki eleman geliyor. Bi tanesi "Şurada şortumu değiştirebilir miyim?" diye sorunca "Eyvallah" deyip, biz de O'na "Koyda nerede kalabiliriz?" diye soruyoruz. O da "Benim mekânım var, Shambala, isterseniz oraya gelin" deyince, ben "Zaten Shambala'yı Facebook'tan takip ediyordum" falan derken ortak arkadaşlarımız çıkıyor ve anında orada kalmaya karar veriyoruz. Shambala'nın sahibi, İstanbul'daki Mono'nun sahibi Hulki'ymiş meğer. Hemen mekânı arayıp, bir Lada ile bizi aldırtıyor. Heyooo!

600-0 m = Neredeyse 1 saat


İniş o kadar dik ki anlatamam, herhalde 90°'lik bir eğimle iniyoruz desem yalan olmaz. Sürekli keçi gibi taşların arasından bi sağa, bi sola sekerek bi su kaynağının yanına geliyoruz. Oh be! Gerçi buradan da sahile yürümek de az buz yol değil hani. Birkaç kamping'in yanından ve içinden geçerek sahile inen merdivenlerin hemen yanına yapılmış ahşap bir köşkün üzerine atıyoruz kendimizi. Ben hemen ayakkabıları ve çorapları çıkarıp, bacaklarımı havaya dikiyorum. Sahilde güneşlenenler garip garip bakıyolar tabii :) "Çadırı direkt buraya mı kursak, yoksa bi Kamping'de mi gecelesek?" derken sızıyoruz oracıkta. Uyandığımızda saat neredeyse 14:30 olmuş.

Kabak'a Selam


Dik ve kırıcı bir inişten sonra evlerin arasından geçip Kabak'ın ortasına iniveriyoruz. Kabak Koyu'nun tepesi de gayet turistik. Yoldan yürürken kocaman bi teyze "Terasıma gelin, bi suyumu için!" derken hemen yanında Mamma's House tabelasını görüyorum. Kabak Koyu'na inermiş gibi yapan şose bir yoldan aşağıya doğru yürümeye başlıyoruz. Evinin önünde arı kovanlarıyla uğraşan bi abiden de OK aldıktan sonra yürümeye devam ediyoruz. Araba yolunun hemen yanında bi camping tabelası ve "Kısa Yol" önerisi var. Tuğrul'la o yola dalıp, daha sonra bi pansiyonun bahçesinden geçip inişe başlıyoruz. Yaklaşık 600m'lik bir yükseklikten 0 rakıma inmek ne kadar zor olabilir ki!

Her tür zeminde itinayla yürünür!




Tırmanış sonrası verdiğimiz molada dün karşılaştığımız İngiliz çiftle karşılaşıyoruz yine. Daha önce yazmış mıydım hatırlamıyorum ama 509km'lik tüm parkuru yürüyeceklermiş 4 haftada. Neyse, farklı yol koşullarında yürümeye devam edip duruyoruz. Sanırım en iyi yürüme yolu yumuşak toprak zeminli olanlar. İşin içine taş girince olay kırıcılaşıyor. Üstüne bir de hem taş, hem de iniş olursa tüm yük dizlere ve ayak bileklerine vuruyor. Yani Kabak'a gitmek kabak tadı vermeye başlıyor anında!

Uzunyurt'a doğru...

Tepeye çıktıktan sonra yol nispeten çok daha rahat. Biraz dinlendikten sonra devam ediyor ve sonra yokuş aşağı ilerlemeye başlıyoruz. Yolun hemen hemen ortasında bir yerleşim bölgesi var ve adı haritada Uzunyurt olarak verilmiş. Buralara köy demek zor sanki. O kadar az hane var ki...

Tırmanmaya devam!



Tabeladan sonra ormanın içine dalıp, önce yumuşak yumuşak ilerleyip, karşımıza çıkan keçilerle selamlaşıyoruz. Biraz yükselince Kelebek Kanyonu'na selam çakıp yola devam ediyoruz. Çıkış yine çok dik ama çok da ölümcül değil. Arada dinlenerek nihayet zirveye ulaşıyoruz. Kuzeybatıya doğru baktığımızda Babadağ yine karşımızda. Bu sefer en azından daha net!

Kabak 7km

Motelden ayrılıp anayola çıkınca bi an için "Ulen normal yoldan mı gitcez acep?" diye içimden geçirdiğim anda sarı tabelalarımız bize göz kırpıyor.

Faralya'dan ayrılış


Sabah yine Montenegro Motel'de yapılan harika bir açık büfe kahvaltı sonrası sırt çantalarımızı toparlayıp, Bayram Karadağ ile hesabımızı kapatıyoruz. Bayram gayet sevimli bir ev sahibi. Klasik şark kurnazı tiplerden değil. O yüzden Montenegro'yu herkese gözüm kapalı tavsiye edebilirim. Özellikle yemekler süperdi. Hayatımda ilk ve son defa Havuç Çorbası'nı burada içtim :) Motelde servise destek veren Kaan ve Erdem'e de buradan sevgiler...

26 Mayıs 2009 Salı

Karnım tok, sırtım pek!

Otele döndükten sonra duş alıp kendimize geldik az çok. Hemen Kelebek manzaralı restoranda muhteşem akşam yemeğimizi (Havuç Çorbası + İmambayıldı + Çipura + Salata + Tatlı) yedikten sonra odamıza çekilip tabir-i caizse kütük gibi uyuduk. Aslında blog'u güncellemeye çalıştım ama pek mecalim yoktu.

Kapıyı kapatmayı unutmayın!



İnişi tamamlayıp, çanlı kapıdan geçtikten sonra kamp alanının içinden sahile ulaşılıyor. Sefil bir bar, yemek bölümü ve ortalıkta takılan turistler dışında pek kimse yok. Tuğrul hızlıca denize giriyor ve barda biraz soluklandıktan ve su takviyesi yaptıktan sonra dönüşe geçiyoruz. Güneş batmadan yukarıda olmak istediğimiz içi tempolu çıkıyoruz ama ben tabir-i caizse meeleyerek 4 ayak üstünde tırmanıyorum tüm yolu. Tüm gün yürüyüp, bir de üzerine böyle bir iniş ve çıkış yapmak pek akıllıca değil. Denemeyin yani!!! Bu arada gün içinde Fethiye ya da Ölüdeniz'den tekneyle gelmek de mümkün buraya. Hem denize girmek ve kanyonun içine doğru yürüyüp, kelebeklere yarenlik etmek için de zaman olur. Çok makul fiyatlara bungalow'da kalmak veya kamp yapmak mümkün.

Kelebek Vadisi

Manzara gerçekten etkileyici. Aşağıda plaj, bungalow ve çadırlar dışında birşey yok!

Klasik pozumuzu verelim!

İniş patikası işaretli, 3 bölümde ip var ama sadece güvenlik için. Onun dışında oldukça zor bi iniş, bu yüzden ayakkabı ile inmekte fayda var. Arada bi yerde her yolculukta yaptığım gibi ''Jesus'' pozumu verip, dünyayı kucaklıyorum :)

Welcome to Faralya



Faralya içine gelip, yolda da tabelasını gördüğümüz Montenegro Motel'i beğenince ve geceliğin kahvaltı ve akşam yemeği dahil 35,00 TL olduğunu duyunca daha ilk geceden çadır kurmaktan vazgeçip yerleştik. (Daha doğrusu Tuğrul'u biraz gazladım, o da ''eyvallah'' dedi. Otelin bungalow'larından birine yerleşip, üstümüzü değiştirdik. Saat neredeyse 19:00'a gelmişti, ayaklar botları çıkarınca biraz olsun kendine gelmişti ama biz yine de Tuğrul'la birbirimizi gaza getirip, Kelebek Vadisi'ne inmeye karar verdik. Otelin sahibi Bayram ''akşam yemeği 20:00'de ama sizin için bi yarım saat kaydırırım'' dedi. Ayrıca ''Kanyonda 3 ipli iniş var. Zorlarsa dönün, gelin'' dedi. Peh!!! Hazırlanıp, şortlarımızı ve sandallarımızı giyip, George House'nin içinden inişe başladık. Daha kanyonun başında ''İniş tehlikeli, mutlaka ayakkabı ile inin'' yazıyordu ama çok da kafaya takmadık. Bu arada yanımızda fotoğraf makinesi dışında hiçbir şey almadık. Cep telefonunuzu asla yanınızdan ayırmayın!

Kelebek Vadisi mi bu?

Önce Kelebek Vadisi'ni, ardından Faralya'yı görmek ayaklarımı çok mutlu etti ama iniş nedense bir türlü bitmek bilmedi. Nihayet önce Wassermühle Hotel tabelalarını görüp, ardından küçük bir şelalenin yanına kurulmuş bu güzel otelin giriş yolundan Faralya'nın ana caddesine indik. Allahım şükürler olsun, çünkü sol ayak bileğim ''Error'' vermeye başladı.

Faralya İnişi



Kozağaç'taki çoban bize Kirme'de Likya Yolu dışında Faralya'ya inen bir araç yolunun da olduğundan sözetmişti ama bizim tercihimiz yine rotanın kırıcı keçiyolu oldu haliyle. Faralya'ya doğru kâh dere yatağı, kâh patika şeklinde ilerlemeye devam ettik. Yolumuzdaki sebil bizi biraz olsun serinletti. Tanrı yapanlardan razı olsun.

Faralya 3km

Kirme de Kozağaç gibi 5-1o haneli bir köy. hatta mahalle. Tabela bizi yine küçük bir patikaya yönlendiriyor. Hadi hayırlısı...

Kirme'den Babadağ

Kozağaç'ta Babadağ'a bi tırmanma girişimimiz olmuştu hatırlarsanız. Neyse ki çobanlar bizi bu faydasız girişimden kurtarmıştı. İşte Kirme'den bakınca Babadağ tüm heybetiyle sizi selamlıyor.

Hayatta en hakiki mürşit...



Kirme'nin girişinde kocaman bi dağ kulübesi'ni andıran bu terkedilmiş binayı görünce içini merak ettik tabii. Meğer Kirme İlkokulu'ymuş. Şimdi ''Taşımalı Eğitim'' sistemine dönülünce terkedilmiş bu muhteşem manzaralı okul binası. İçerisi 1970'lerde donmuş sanırım. Girişinde seçim sandıkları vardı. Bahçesinde ise arı kovanları...

Kirme'ye mi geldik ne!

Kirme'nin girişinde yine denizle buluştuk. Tabii irtifa kaybettiğimiz için bulutlar yukarıda kaldı.

Kirme 2km

Yemek molasından sonra yürüyüş Kozağaç'ı Kirme'ye bağlayan yoldan devam ettiği için nispeten daha az yorucuydu. Bu bölümde yürürken geyik çevirmek mümkün. Kimin aklına gelirdi ki insanın şose / stabilize bi yolda yürürken mutlu olacağı...

Bekleme yapma, devam et!

İşte bu kırmızı beyaz işaret sizi rotada tutacak yegane şey. Her zaman gözünüzü ve aklınızı açık tutup, bu işareti arayacaksınız. Bazen yolun durumuna göre bu işaretin sıklığı azalabiliyor. Aman dikkat! Bi de sağa eğimliyse sağa, sola eğimliyse sola dönüyorsunuz demektir. Yarım daire gibi...

Achtung / Verboten / Amanın

Eğer yürürken bu işaretle karşılaştıysanız hemen çevrenize bakın. Bazen yorgunluğun verdiği dalgınlıkla başka bir patikaya dalmak mümkün. Rotayı işaretleyen abiler allahtan bunu da düşünmüş ve X işareti ile olayı çözmüşler.

24 Mayıs 2009 Pazar

Yemek Molası


Çoban abimizle helalleşip, köyün içinden yolumuza devam ettik. Kozağaç'ın çıkışında yine çeşme görünce ''Artık durup nevaleleri yiyelim'' dedik. Minik domateslerimizi yıkayıp, taze kaşarı ekmeğimize katık ederken, aklıma motorla yaptığımız Norveç Turu geldi. Orada da hemen her gün domates-peynir yerken, yolu motorlarımızla alıyorduk. Şimdiyse ayaklarım sızlıyor.

Köy Ekmeği


Gerisin geri dönüp, yine köyün girişine geldiğimizde bizim çoban çoktaaan evine girmek üzereydi. Yanımıza domates-peynir almıştık ama ekmek almayı unutmuştuk. Tuğrul sorunca, eleman bi koşu köy ekmeği ve yanında da bi parça keçi peyniri verdi. Yurdum insanı işte, müdaanası yok.

Cadburry Flake

Kozağaç girişindeki çeşmede su molası verdikten sonra, bizim kırmızı beyaz işaretler, köyün yukarısına doğru giden bir patikayı gösteriyordu. Biz de ''Hadi bakalım'' deyip, devam ettik. Geniş yol 5 dakika sonra keçi yoluna, daha sonra da tırmanış etabına dönüştü. Yol enteresan bir şekilde Babadağ'a doğru zig zag çizmeye başlayınca durumdan kıllandım tabii. Biraz daha tırmanınca benim nabız yine tavana vurmaya başladı haliyle. Tam bi tepenin kenarında mola vermişken biraz yukarıdan keçi sesleri gelmeye başladı. Tuğrul sürünün çobanına seslenince eleman seke seke yanımıza geldi. Meğer biz Babadağ'a çıkan yola sapmışız. Çoban abimiz, ''Faralya'ya gitmek için Kozağaç'ın içinden geçeceksiniz'' dedi. Yapma yav! (Yukarıdaki fotoğrafın konumuzla ilgisi yok. Babadağ eteklerindeki toprak yapısı aynen Cadburry'nin Flake'sine benziyor. Hani, atarsın ağzına, anında erir ama sonra içini bayar ya!